Hizbullah lideri Nasrallah, 8 ay önce yaptığı bir konuşmada komutasındaki örgüt üyelerini İsrail’in üstün gözetim teknolojilerine karşı net bir şekilde uyarmıştı: “Elinizdeki akıllı telefonlar uzaktan kontrol edilebilir. Ben de akıllı telefon yok. Bu bir casus aygıtı! Yaptığınız her şeyi duyuyor, evinizin fotoğraflarını çekiyor. İsrail’in fazla bir çabaya ihtiyacı yok. Güney’deki kardeşlerimizden rica ediyorum: Kurtulun şu telefonlarınızdan. Atın, gömün, demir bir kutuya koyun, kurtulun gitsin! Bu telefonlar tehlikeli!”
Nasrallah, İsrail’in Pegasus gibi casus uygulamalarla akıllı telefonlara sızabildiğine, mikrofonları ve kameraları uzaktan takip edebildiğine dair duyumlardan dolayı endişe duymuş ve Hizbullah’ın akıllı telefonlar yerine telsizler ve çağrı cihazlarıyla iletişim kurması için talimat vermişti. Böylece Hizbullahçılar, Nasrallah’ın talimatına uyarak akıllı telefonları bir kenara koymuş, son 2-3 senedir ülkeye sevk edilen telsiz ve çağrı cihazlarını kullanmaya başlamış, güvenlik endişeleri nedeniyle iletişimde eski usul yöntemlere dönülmüştü.
Bu taktiğin ne kadar elzem olduğu uzun zamandır kamuoyu gözünde olmayan Hizbullah liderlerinden Fuad Şükür suikastinden sonra bir kez daha anlaşılmıştı. İsrail, Hizbullah füzelerinin işgal altındaki Golan tepelerinde futbol oynayan 12 Durzi çocuğu öldürmesi üzerine Fuad Şükür’ü hedef almış, bunu yaparken de Wall Street Journal’ın iddiasına göre iletişim teknolojisini kullanmıştı. 7 katlı bir apartmanı konut ve komuta merkezi olarak kullanan Şükür’ün telefonu akşam saatlerinde çalmış ve gazetenin iddiasına göre İsrail istihbaratı Hizbullah yetkilisi gibi konuşarak Şükür’ün konut olarak kullandığı en üst kata çıkmasını istemişti. Şükür konutuna çıkar çıkmaz İsrail apartmanın üst katına bomba atmış, saldırı sonucu Şükür, eşi, 2 kadın ve 2 çocuk ölmüş, 70 kişi yaralanmıştı.
Bütün bu yaşananlardan sonra ilkel bir iletişim stratejisine geçerek akıllı telefonlarını “gömen” Hizbullahçılar, bu hafta Salı günü yine ilkel bir bubi tuzağının hedefi oldu. Çoğunlukla Hizbullahçıların kullandığı binlerce Apollo AR924 tipi çağrı cihazı, önce bir “mesaj” bildirimi verdi, ardından birkaç saniye boyunca öttü ve tam 15.30’ta aynı anda patladı. Art arda yapılan saldırılar sonucu toplam 37 kişi hayatını kaybetti, 3450 kişi yaralandı. Birçok insan gözünü veya kolunu kaybetti. Haberlere göre, İran’ın Lübnan Büyükelçisi de yaralananlar ve gözünü kaybedenler arasındaydı.
Lübnan ve Suriye’de aynı anda binlerce çağrı cihazının patlatılmasının ardından birçok Lübnanlı panik halinde yakınlarını arayarak telefonlarını fırlatmalarını, televizyonlarını ve elektronik aletlerini fişten çıkarıp dolaplara kapatmalarını istedi. İsrail yanlıları, Filistin’i savunan Amerikalı insan haklar aktivistleriyle “telefonunuz patlayabilir, dikkat edin” mesajları yollayarak dalga geçti. 7 Ekim saldırısını engelleyemeyen İsrail istihbaratı, her türlü elektronik eşyayı “bombaya” çevirebileceği algısının yayılması üzerine adeta kendi kamuoyu nezdinde güven tazeledi.
Fakat İsrail sanılanın aksine bu saldırıyı savaşın gidişatını değiştirecek üstün bir teknoloji ile değil, aksine uzun bir süredir uluslararası hukuk tarafından yasaklanan ilkel bir bubi tuzağı taktiğiyle yapmış, her zaman olduğu gibi sadece Gazze’yi veya Beyrut’u kana bulamamış, uluslararası hukuk kurallarını da yerle bir etmişti.
Uzun soluklu bir operasyon: Tayvan’dan Macaristan’a
Apollo AR924 tipi çağrı cihazları normalde Tayvan’da faaliyet gösteren çağrı cihazı firması Gold Apollo markasını taşıyor. Fakat patlamalardan hemen sonra Tayvanlı firma açıklama yaptı ve BAC Danışmanlık adlı bir Macar firmasıyla özel bir anlaşma yaptıklarını, Macar firmanın Gold Apollo markasını kullanarak çağrı cihazı üretmesine izin verdiklerini söyledi. Tayvanlı firma markasının üzerine basıldığı çağrı cihazı başına bir miktar para alıyor, Macar firma da cihazları üretip satıyordu.
NPR’nin haberine göre, yeni kurulan bir Macar firması olan BAC Danışmanlık’ın yerel temsilcisi olduğunu söyleyen “Teresa” isimli bir Tayvanlı kadın üç sene önce Gold Apollo’nun sahibi Hsu ile görüşmek istedi ve firmanın yetkili temsilcisi olmak istediklerini belirtti. İki ay süren müzakereler sonucunda Hsu ve Teresa anlaştı. BAC Danışmanlık artık hem cihazları satabilecek hem de kendi ürettiği ürünlerin üzerine Gold Apollo markasını koyabilecekti. Hsu, BAC’ın kendi ürettiği cihazlara Tayvan markasını koymak istemelerini pek anlamamış, şüphelenmişti. Hsu’nun tek şüphelendiği husus bu istek değildi. 2022 yılında Macaristan’daki ticaret siciline kaydolan firma, bir Macar bankasından değil Tayvan’da en az bir kere bloke edilmiş bir Ortadoğu banka hesabından ödemeleri yapıyordu. Hsu, bir ödemeyi alabilmek, dondurulan transferdeki blokeyi kaldırmak için bir hafta uğraşmıştı.
BAC Danışmanlık firması ise en az Hsu’nun anlattıkları kadar ilginç. 2020 yılında kapatılan aynı adlı bir firmadan sonra yeniden 2022’de faaliyetlerine başlayan BAC Danışmanlık’ın CEO’su 49 yaşındaki Cristiana Barsony-Arcidiacono. Cristiana’nın Linkedin profili ise oldukça tuhaf. Da Vinci’nin “en güzel ve asil şey doğanın kendisidir” sözüyle başlayan karmakarışık bir profil. Çocuk ve su hakları derneklerinde yöneticilik, bol bol “sürdürülebilirlik”, BM ve Avrupa Birliği kurumlarında stajlar, projeler, UCL’de 4 senelik bir fizik doktorası, LSE’de kısa süren bir siyaset eğitimi. Cristiana hiçbir yerde uzun süre çalışmamış veya bulunmamış bir sertifika ve deneyim bağımlısı.
BAC Danışmanlık’ın sitesi patlamalardan sonra kapatıldı. Fakat Cristiana’nın profilinde şirkete ilişkin detaylı açıklamalar mevcut. Bu jenerik açıklamalara bakınca BAC Danışmanlık, ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği Hizbullah’a çağrı cihazı satan değil de yeşil ekonomi ve sürdürülebilirlik konusunda danışmanlık veren tipik bir beyaz yaka silkeleme şirketi gibi duruyor. Cristiana ise NBC News dışında kimseye demeç vermiyor, kendisini arayan gazetecilere “Numaramı nereden buldunuz?” diyerek kızıp telefonu kapatıyor. Cristiana’nın NBC News’e yaptığı açıklama ise şu: “Çağrı cihazlarını ben üretmedim. Ben sadece aracıyım. Beni yanlış anlıyorlar.” Onlarca sertifika ve eğitim arasında savunma sektörüne ilişkin tek bir deneyimi bulunmayan bu genç fizik doktorunun nasıl bu sürecin bir parçası olduğu meçhul. Cristiana’nın yardımına Macar hükümeti de yetişti. Macar yetkililer CBS News’e Hizbullah’a cihazları satan firmanın Bulgar Norta Global şirketi olduğunu açıkladı. Norta Global şirketi de 2022 yılında kurulan bir firma. Sahibi ise Malezya kökenli bir Norveç vatandaşı: Rinson Jose. Rinson Jose, Norveç’in önde gelen medya şirketlerinden biri olan DN Media’da çalışıyor.
Bulgar İçişleri Bakanlığı firmayla ilgili inceleme başlattı. Macar yetkililerin iddiası, BAC Danışmanlık’ın Bulgar firma ile Hizbullah arasındaki para transferini yürüttüğü, bunun dışında cihazların Bulgar firma tarafından tedarik edildiği. Hizbullah’a nihayetinde cihazları kimin teslim ettiği henüz belli değil. Bulgar medyası da cihazların Bulgaristan’a girmediğini, sadece Bulgar firması aracılığıyla Macaristan’a 1.6 milyon Euro’luk bir para transferi yapıldığını iddia ediyor. Herkes suçu bir başkasına atmaya çalışırken muhalif Macar vekil aşırı sağcı Elod Novak, BAC Danışmanlık’ın Budapeşte’deki ofisini ziyaret etti, kapı zilini çalarak içeri girip sürpriz bir denetim yapmak istedi.
Novak kapıda kaldı, ofis boştu. Novak sayesinde şirket ismini dahi A-4 kağıdına basıp cama asan firmanın “profesyonelliği” bütün dünyaya duyurulmuş oldu. BAC kesinlikle böylesine büyük bir transferi yapabilecek, cihazları üretebilecek bir firma değildi.
Fakat New York Times çok önemli bir habere imza atarak İsrailli yetkililerle anonim bir şekilde konuştu. Sheera Frenkel, Ronen Bergman ve Hwaida Saad’ın “İsrail nasıl modern Truva Atı inşa etti: Patlayan çağrı cihazları” haberine konuşan güvenlik kaynakları, İsrail’in 2-3 senedir bu operasyon için hazırlandığını, Hizbullah’a içinde patlayıcı olan çağrı cihazlarını satmak için BAC Danışmanlık dahil birkaç tane paravan şirket kurduğunu ve henüz üretim aşamasındayken bu cihazlara küçük patlayıcılar yerleştirildiğini söyledi. BAC Danışmanlık, şüphe oluşmaması için sıradan müşterilere patlamayan cihazlar da satmış, fakat Hizbullah’a sattıkları cihazların bataryasına patlayıcı madde yerleştirmişti. Patlayıcı içeren cihazlar 2022’den itibaren Hizbullah’a tedarik ediliyordu, fakat Nasrallah’ın 7 Ekim’den sonra telefonların bırakılmasına yönelik çağrısı tedariki hızlandırmıştı.
Netanyahu kabinesi bu hafta Hizbullah’ın Gazze’de ateşkes sağlanana kadar devam edeceğini söylediği füze saldırıları nedeniyle evlerini terk eden 70 bin İsrailli’nin kuzeye dönmesini savaşın resmi amaçlarından biri haline getirmiş, bazı iddialara göre Hizbullah’ın bubi tuzağını fark etme ihtimali ortaya çıkınca “düğmeye” erken bir şekilde basmış ve aynı anda binlerce çağrı cihazının patlamasını sağlamıştı.
Fakat saldırı sonucunda sadece Hizbullahçılar ölmedi veya yaralanmadı. Lübnan’ın en büyük silahlı grubu olan Hizbullah, gündelik hayatla iç içe geçmiş, hastaneleri ve idari ofisleri olan bir örgüt. Çağrı cihazları patladığında çoğu Hizbullahçı gündelik hayatın içinde, pazarda, alışverişte, aile evlerindeydi. Nitekim Lübnan’ın dört bir yanı aynı anda kana bulandı. En az 2 sağlık personeli hayatını kaybetti. Öten cihazı babasına götürmek için telsizi alan 9 yaşındaki Fatima katledilen dört çocuktan biri oldu.
İsrail, her zamanki gibi uzaktan kumandayla ortalığı kana bulamış, uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak “her yol mübah” demişti.
Her yol mübah mı?
İsrail, birçok ülke gibi 1980 tarihli Belirli Konvansiyonel Silahlar hakkındaki Sözleşme’nin (CCW) taraflarından biri. 1996 yılında bu sözleşmeye İsrail’in de taraf olduğu ek bir protokol imzalandı. Mayınlar, Bubi tuzakları ve diğer cihazlara dair kısıtlamalar ve yasaklar hakkındaki bu protokoldeki m.7/2’ göre “Bubi tuzakları veya patlayıcı madde içerecek şekilde özel olarak tasarlanmış ve üretilmiş görünüşte zararsız taşınabilir nesneler şeklindeki diğer cihazların kullanılması yasak.” İsrail’i savunanlar, cihazların patlayıcı madde içerecek şekilde özel olarak tasarlanmadığını ve üretilmediğini, patlayıcıların sonradan eklendiğini ileri sürüyor. Fakat NYT’nin de haberindeki detaylara göre, İsrail bu cihazların bataryalarını patlayıcı içerecek şekilde özel olarak üretmiş ve cihazlara sahte sinyal yollayacak, dikkat çekecek şekilde özel bir format yüklemiş gibi duruyor.
Yine aynı protokolden gidilecek olursa m.7/3 “çatışmanın yaşanmadığı ya da yaşanmasının yakın görünmediği herhangi bir şehir, kasaba, köy ya da benzer bir sivil nüfus yoğunluğu içeren başka bir bölgede” bubi tuzaklarının kullanılmasını yasaklıyor. Bu yasağın ise iki istisnası var: a) askeri bir hedefin üzerine veya yakınına yerleştirilmesi veya b) öncül uyarılar sivilleri korumaya yönelik yeterli önlemlerin alınması. İsrail’i savunanlara göre Hizbullahçıların kullandığı telsizler yeterli bir askeri hedef. Fakat Human Rights Watch ve birçok akademisyene göre, İsrail bu şartı da sağlamıyor. Zira hedef alınanlar arasında sadece Hizbullahçılar yok. Bu telsizler Hizbullah’ın idaresindeki hastanelerde çalışan sağlık görevlilerinin de kullandığı aygıtlar. Üstüne üstlük birçok Hizbullahçı saldırı sırasında askeri bir görevde değildi. Sivillerin yoğun olduğu dükkanlarda, evlerde, sokaklarda ve çarşılarda patlamalar gerçekleşti. Bu nedenle hukukçular İsrail’in her saldırısında olduğu gibi yine “askeri hedef” kavramını geniş ve muğlak yorumladığını, orantısız ve ölçüsüz bir şekilde sivilleri hedef alan bir saldırı düzenlediğini ileri sürüyor. İsrail uzaktan kumandayla telsizlerin kimin elinde, kimin yanında olduğunu bilmeden, ne amaçla kullanıldığına bakmadan düğmeye bastı. Ayrım gözetmeden sivil halkı paniğe sürükleyen, sivilleri etkileyen bir saldırıya daha imza attı.
Nitekim ABD’nin savaş kurallarına dair yorumlarını içeren el kitapçığına göre de 2. Dünya Savaşı’nda İtalyanların iletişim cihazlarına bomba yerleştirmesi uluslararası hukuka aykırı bir uygulama olarak kabul ediliyor. Orantı ve ölçülülük tartışmalarına hiç girmeden de İsrail’in kategorik olarak bubi tuzağı kullanmasının uluslararası hukuka aykırı bir uygulama olduğunu ileri sürenler de mevcut.
İsrail ilk kez uluslararası hukuk kurallarını Batı’nın da şerhsiz desteğiyle buruşturup bir kenara atmıyor, ilk kez bu türde bir saldırı yapmadığı gibi.
28 yıllık taktik
İsrail istihbaratı Shin Bet, 1995 yılında Hamas’ın bomba uzmanı Yahya Ayyash’ı öldürmek için de aynı taktiği kullanmıştı. Ayyash’ın çocukluk arkadaşının amcasına iş birliği teklif ederek yeğeni Kamil Hamad’a patlayıcı yüklü bir cep telefonu vermişti. İsrail istihbaratı Ayyash’ın çocukluk arkadaşı Osama’nın telefonunu ara sıra kullandığını biliyordu. 5 Ocak 1996 tarihinde ise Ayyash’ın babası oğlunu aradığında, Ayyash telefonu eline aldı ve konuşmayı dinleyen İsrail telefondaki 15 gramlık patlayıcı madde için düğmeye bastı. Yahya Ayyash olay yerinde hayatının kaybetti. Kamil Hamad’ın daha sonrasında sahte bir pasaport, ABD vizesi ve 1 milyon dolarla ortadan kaybolduğu iddia edildi.
Anlaşılacağı üzere İsrail’in uzaktan her türlü telefonu, televizyonu, elektronik cihazı patlayabilecek üstün bir teknolojisi yok. İsrail 28 yıl önceki taktiklerini uygulamaya devam ediyor. Bu sefer bu bubi tuzağı taktiğini, kadın-çocuk fark etmeksizin, koskoca bir ülkeyi, binlerce sivili terörize edip sindirmek için kullanıyor. 28 yıl önce sadece bir hedef için kullanılan bu taktik şimdi aynı anda binlerce insanı etkiliyor. Düğmeye basan İsrailli yetkililer, bombanın ucunda kim var, nerede, çocuk mu, Hizbullahçı mı pek önemsemeden harekete geçiyor.
Pandora’nın kutusu açıldı mı?
Bazı uzmanlar sanki sivillerin hedef alınmadığı, savaş kurallarının ayakların altında ezilmediği bir saldırıymışçasına İsrail’in kullanmadığı “üstün teknolojisini” överken, onursuz ve tehlikeli bir savaş taktiği olduğu için yasaklanan bubi tuzağı stratejisi yıllar sonra tekrar raftan indiriliyor.
İsrail, Pandora’nın kutusunu bir kez daha açtı. Hedefe ulaşmak için her yolun mübah olduğu, “öteki” olarak görülen sivillerin, kadınların ve çocukların bu hedef uğruna ezilebilecek “böcekler” olarak görüldüğü, her türlü savaş kuralının ezilip geçildiği bir kutu bu. Tam da bu nedenle Belçika radikal bir açıklama yaparak İsrail’in saldırısını “terör eylemi” olarak tanımladı. Cortez gibi Amerikan solcuları Lübnan’daki saldırının net bir şekilde uluslararası hukuka aykırı olduğunu söyledi. Aklı başında herkes bu kutunun açılmasının sonuçlarını öngörebiliyor.
İsrail sadece Gazze’yi veya Beyrut’u değil sivillerin kasten hedef alınmaması, insani yardımların durdurulmaması, hastanelerin ve okulların bombalanmaması, bubi tuzaklarının kullanılmaması gibi neredeyse herkesin üzerinde uzlaştığı kuralları da bombalıyor. Bunu da adeta İsrail’in uzun zamandır ihtiyaç duyduğu bir PR kampanyası veya isim tazeleme furyasına dönüşen “İsrail’in teknolojisi çok iyi ağbi” övgülerini hak edecek bir üstün teknolojiyle değil, oldukça barbar bir şekilde, Ortaçağı andıracak yöntemlerle yapıyor. Tonlarca bombayı evlerini kaybetmiş sivillerin yaşadığı çadır kentlere atıyor, çarşı pazarda telsiz patlatıyor, siyasi amaçları için sivilleri terörize ediyor.
Halbuki bir terör örgütüyle rasyonel bir devleti ayıran en önemli özellik sahip olunan gücün nasıl kullanıldığı. Terör örgütleri, siyasi amaçları için sivillere yönelik şiddeti meşrulaştırırken, devletler en azından resmi olarak, en azından görünüşte kendilerini belirli kurallarla bağlayan organizmalar. İsrail uzun bir süredir bu kuralları çok açık ve resmi bir şekilde ayaklar altına alıyor. Kendi meclisinde Filistinli mahkumlara işkence yapılıp yapılamayacağını tartışıyor, merkez sol muhalefet partisinin vekilleri insani yardımın kesilmemesi üzerine aşırı sağcı Netanyahu hükümetini eleştiriyor. Olef Cassif gibi Arap İsraillilerin oylarıyla meclise giren birkaç vekil dışında bu eylemi uluslararası hukuk yönünden değerlendiren kimse yok. İsrail bu süreci çok açıkça, hiçbir şekilde utanmadan yürütüyor.
İsrail, rasyonel olduğunu söyleyen, terör örgütleriyle mücadele ettiğini belirten devletlerin terörü de bir araç olarak kullanmasını, terör yöntemleri uğruna kadim uluslararası hukuk kurallarının paramparça edilmesini de normalleştiriyor. Bütün bunlar 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki korkunç travmalar tekrarlanmasın, kimse toplama kampları kurmasın, Dresden’de olduğu gibi sivil-asker fark etmeksizin şehirleri bombalamasın, atom bombası atmasın diye tesis edilen uluslararası düzenin “sözde” en büyük savunucusu olan Batı bloğunun da dolaylı veya doğrudan desteğiyle yaşanıyor.
Bu normların içi öyle oyuluyor ki, İsrail saldırısından sonra Netanyahu destekçisi Cumhuriyetçi siyasetçiler Filistin’i destekleyen Amerikalı insan hakları aktivistlerine “telsizlere “dikkat edin diyerek sataşıyor, terörist olduklarını ima ediyor ve patlatılmaları gerektiğini söylüyor. İsrail’in milyonlarca sivili doldurduğu “terörist” çuvalına herkes hevesle bir yenisini eklemeye, kendi ötekisini itelemeye çalışıyor. Fırsattan istifade herkes kendi “ötekisini” yok etmenin “yaratıcı” yollarını arıyor.
3. Dünya Savaşı çıkar mı, çıkmaz mı bilinmez. Fakat İsrail, Pandora’nın kutusunu açtı, “her yol mübah” devrini dünyanın gözüne soka soka başlattı bile. Minimum güvenlik, insan onurunu, masumların canını ve malını koruması için ürettiğimiz, ortak insanlığın mirası olan ve uzlaşamadığımız zaman uygulanması konusunda uzlaştığımız uluslararası hukuk kuralları askıya alındı.
Şimdilik içine Mossad tarafından patlayıcı bir pil yerleştirilmedikçe telefonlarımız, televizyonlarımız, bilgisayarlarımız güvende olabilir, ama uzun vadede hiçbirimiz güvende değiliz.
Düne kadar savunduğu ne kadar kural, değer varsa hepsini İsrail uğruna paramparça eden Batı’nın desteği, ABD’nin sürüklendiği bölgesel bir savaş çıkartarak kalıcı kılmayı amaçlayan İsrail’in şımarıklığı devam ettikçe de güvende olmayacağız.